Sayfalar

24 Haziran 2013 Pazartesi

ÖNCE TEDBİR, SONRA TEVEKKÜL

ÖNCE TEDBİR,
SONRA TEVEKKÜL


“Sonra da, ‘Ey oğullarım! Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin.
Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam. Hüküm ancak
Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O’na
tevekkül etsinler’ dedi.” (Yûsuf, 12/67)
Ayet-i kerimedeki “Hüküm ancak Allah’ındır” cümlesinden de anlaşılacağı gibi
bu âyet yüce Rabbimizin takdirini her şeyin üstünde tutmamız gerektiğini ifade
ediyor. Hayır ve şerrin tamamen Allah’ın takdirinde olduğuna iman etmemizin anlamı
budur aslında. Bu ilâhî takdir, bazen biz kulların irade ve isteği doğrultusunda
tecelli ederken, bazen de bizim irademiz dışında gerçekleşir. Çünkü yüce Allah, bu
ifadeyle kendi mülkünde yegâne söz sahibi olduğunu haber veriyor. İşte bu inanca
sahip olan Yakup peygamber, oğullarını Mısır’a gönderirken bir taraftan başlarına
gelebilecek olası tehlikelere karşı tedbir almaları yönünde tavsiyede bulunuyor, öte
yandan “Ama Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam…” diyerek ilâhî takdire
olan bağlılığını dile getiriyor. ‘Şehre farklı farklı kapılardan girin’ derken yine
de sonunda Allah’ın takdirinin geçerli olacağını, dolayısıyla O’na dayanmaları ve
güvenmeleri gerektiğini hatırlatıyor oğullarına.
Allah’a en yakın insanlar olmalarına karşın peygamberler de dünyada başlarına
gelebilecek tehlikelere karşı birtakım önlemler alma gereği duymuşlardır. Bu
durum, onların Allah’a yeterince güvenmedikleri anlamına gelir mi? Elbette hayır.
Resul-i Ekrem (s.a.s)’in Medine’ye hicretini hatırlayalım. Kendilerini takip eden
Mekke müşriklerine izlerini kaybettirmek için değişik tedbirler almıştı. Gece yola
çıkmayı tercih etmeleri bir yana, Medine istikametine değil de aksi yöndeki Sevr
Dağı tarafına yönelmiş olmaları bunun açık bir göstergesidir. Buradan hareketle
onun ve yol arkadaşı Hz. Ebû Bekir’in ilâhî takdire boyun eğmekten kaçındıklarını
veya Allah’ın yardımına güvenmediklerini söyleyebilir miyiz? Kaldı ki aldıkları tüm
önlemlere rağmen müşrikler izlerini sürmek sûretiyle, üç gün boyunca saklandıkları
Sevr dağındaki mağaranın ağzına kadar dayanmışlardı. Mağaranın kapısına dikilen
düşmanlarının ayaklarını gören Ebû Bekir (r.a.), “Ey Allah’ın Elçisi, eğilip bir baksalar
bizi fark edecekler” diyerek endişesini dile getirmişti. Bunun üzerine tevekkül
Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s) “Üçüncüsü Allah olan iki kişiye ne olur ki?”
diyerek hem yol arkadaşını teselli etmiş hem de Allah’a olan güvenini ortaya koymuştur
(Buhârî, “Fedâilü’l-Ashâb”, 2). Bu tarihî olaydan çıkarmamız gereken en önemli
ders, gerekli tedbirlerimizi aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmemiz gerektiğidir. Nitekim
sevgili Peygamberimizin, ‘devemi bağlayarak mı yoksa salıvererek mi Allah’a
tevekkül edeyim’ diye soran bir adama, “Deveni bağla sonra Allah’a tevekkül et (güven)
ve dayan.” (Tirmizî, “Sıfatu’l-Kıyâme”, 60) şeklinde verdiği cevap da tedbiri elden bırakıp
Allah’a dayanmanın doğru bir davranış olmayacağını açıkça ifade etmektedir.
Herhangi bir işte sonuca ulaşmak için gerekli çabayı sarf ettikten sonra o işin neticesi
hakkında Allah’a olan sonsuz güvenimizi ifade eden tevekkül, Allah inancımızın
pratiğe yansımasının somut bir göstergesidir. Gerçekte Allah inancımız, ona olan
güvenimizle doğru orantılıdır, diyebiliriz. Allah’a olan tevekkülümüz hayat boyu
karşılaştığımız çeşitli endişelerimiz esnasında gösterir kendisini. Yukarıda Yakup
peygamber ve Hz. Muhammed’in hayatlarından verdiğimiz örneklerde olduğu gibi,
bazen bizi bekleyen hayatî bir tehlike karşısında, bazen bir sınavı kazanma telaşı
içerisindeyken ve çoğunlukla da rızık endişesi taşırken ümitsizliğe karşı adeta bir
kalkan olur bizim için. Tevekkülde yüce Yaratandan bir beklenti vardır. Ancak bu
bekleyişin, sebeplere sarılmadan, yorulmadan, çaba harcamadan, özveride bulunmadan
gerçekleşmesini ummak tevekkülden öte tembellik olacaktır. Nitekim Allah
Resûlü (s.a.s) biz Müslümanlara, yavrularının geçimi için sabahtan akşama kadar
dolaşan bir kuşun gayretini hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor:
“Eğer siz gereği gibi Allah’a güvenip tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları
boş olarak çıkıp akşam dolu olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizleri de
rızıklandırırdı.” (Tirmizî, “Zühd”, 33)
Birçok peygamberin hayatında, yüce Rabbimize tevekkülümüzü nasıl ifade edeceğimiz
hususunda bizlere rehberlik edecek çok güzel örnekler vardır: Ateşe atıldığı
vakit, hayatının en zor anında Allah’a olan güvenini kaybetmeyen İbrahim Peygamber,
“Hasbünellah ve ni’me’l-vekîl (Allah bana yeter; O, ne güzel vekildir)” demişti.
Aynı duayı Uhud yenilgisi akabinde sevgili Peygamberimiz de ashabıyla yapmıştı.
İnsanlar onlara; “Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun,
dediler. Bu, onların imanını artırdı da; ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir’ dediler”
(Buhârî, “Tefsir”, Sure 3/Âl-i İmran, 13).
Bu son örneklerde de gördüğümüz gibi tevekkül, aslında Allah inancımızın en
açık biçimde kendini gösterdiği bir durumdur. Dolayısıyla Allah’a inanıyorsak ona
güvenmeliyiz ve dayanmalıyız. Üzerimize düşenleri yapmak şartıyla hem dünya
hem de ahiret kaygılarımız karşısında Allah’a dayanmalı, aynı zamanda O’nun iradesi
olmadan hiçbir çabamızın sonuç vermeyeceğini de aklımızdan çıkarmamalıyız

1 yorum:

Unknown dedi ki...

EMEKLERİNİZE SAĞLIK ÇOK DUYGU DOLU DÜŞÜNDÜRÜCÜ VE FAYDALI BİR PAYLAŞIM OLMUŞ ...TERTİP BİZDEN TAKTİR RABBİMDEN